"Müsnedin geçirdiği süreç / Müsnedi Ahmet Bin. Hanbel bitirmemiştir." İsimli Videodaki el-Müsned Eseri Hakkındaki İddialara Cevap Verir misiniz?


İlgili videoda yer alan iddialar:

Müsned, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel’indir. Müsned’i Ahmed b. Hanbel bitirmemiştir. Bu kesindir. İbnü’l-Cezeri, Ahmed b. Hanbelin eserini tamamlamadığını delilleriyle ispat etmiştir. İbnü’l-Cezeri, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i oğlu Abdullah’a ölümüne yakın rivayet ettiğini; onu da tam rivayet edemediğini; bir kısmını çıkarmaya kalkıp, bir kısmını çıkaramadığını demiştir. Ahmed b. Hanbel, muhalif yöneticilerin devrinde Müsned’e koyduğu zalim sultana baş kaldırmayla ilgili hadislerin hepsini, Mütevekkil halife olunca çıkarmıştır. Abdullah b. Ahmed’den Müsned’i tek bir kişi rivayet ediyor, tek bir kişi: el-Katîî. Katîî, “Abdullah’ın kucağına otururdum, çocuktum.” demiştir. Müsned’in içinde otuz bin rivayet var. Onu rivayet eden ise bir kişi, o da çocuk... Ama o arada Müsned denize düşmüş, kaybolmuştur. el-Katii, işitmediği bir nüshadan da kaybolanların yerini doldurmuştur. Müsned’i el-Katii’den de bir kişi rivayet ediyor: İbnü’l-Müzhib. İbnü’l-Müzhib’in asla güvenilmez biri olduğu ve eline geçeni Müsned’e doldurduğu bilinmektedir. Kettani, Müsnedin yok olduğunu, onun Abdullah b. Salim el-Basri tarafından toparlanıp neşredildiğini söylemiştir. Peki Abdullah b. Salim el-Basri ne zaman yaşamış? Hicri 1134’te vefat etmiştir. Yani Ahmed b. Hanbel 241 senesinde vefat etmiş, elimizdeki Müsned 1134 yılında ölen Abdullah b. Salim’in kendince toplayıp bize sunduğu nüshadır.

Videodaki iddialar aşağıda tek tek cevaplandırılacaktır.

İddia:
Müsned, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel’indir. Müsned’i Ahmed b. Hanbel bitirmemiştir. Bu kesindir. İbnü’l-Cezeri, Ahmed b. Hanbelin eserini tamamlamadığını delilleriyle ispat etmiştir. İbnü’l-Cezeri, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i oğlu Abdullah’a ölümüne yakın rivayet ettiğini; onu da tam rivayet edemediğini; bir kısmını çıkarmaya kalkıp, bir kısmını çıkaramadığını demiştir.

Cevap:
Bu iddia tahrifat ve yalanlarla doludur. İddiayı maddeler halinde inceleyelim.

a) Müsned’in Abdullah b. Ahmed b. Hanbel’e ait olduğunu söylemek yanlıştır. el-Müsned, Ahmed b. Hanbel’in 200-228 yıllarında meydana getirdiği eserdir.

Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i 200-228 yıllarında telif ettiği ve 241 yılında vefat ettiği göz önünde bulundurulursa, onun Müsned’i vefatından on üç yıl önce bitirdiği anlaşılır.

b) İbnü’l-Cezeri, Ahmed b. Hanbelin ecelinin yaklaştığını ve bu sebeple Müsned’i çocuklarına ve ev halkına rivayet ettiğini, eserini yeniden gözden geçirip, düzeltmelerde bulunamadan vefat ettiğini ifade eder(1).

Görüldüğü üzere İbnü'l-Cezerî'nin ifadelerinde iddia edildiği gibi "el-Müsned'i tam rivayet edemediği" ifadesi yer almamaktadır.

İmam Ahmed, eseri hakkında daimi bir tetkik ve araştırma içinde olmuştur(2). Bu yüzden de eserinden bazı hadisleri çıkarıp bazı hadisleri ilave etmesi olağandır. O halde İbnu Hanbel’in eserini gözden geçirip düzeltmelerde bulunmaya çalışması, onun eseri oğlu Abdullah’a tam rivayet edemediği sonucunu vermez.

c) Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i oğlu Abdullaha TAM şekilde rivayet ettiğine delil olarak, İbni Hanbel’in amcasının oğlu İshak b. Hanbel eş-Şeybani’nin şu ifadelerini hatırlamak gerekir: “Ahmed b. Hanbel, beni, Salih ve Abdullahı topladı ve bize Müsned’i okudu. Bizim dışımızdaki hiç kimse TAM olarak Müsned’i ondan dinlemedi...”(3)

İbnu Hanbel, iki yıl dört ay süren ağır hapis ve işkence döneminden sonra evinde beş yıl göz hapsinde tutulduğu, vefatından önceki on üç yıl boyunca iki oğlu Abdullah ile Sâlih ve yeğeni Hanbel b. İshak dışında kimseye hadis rivayet edemediği için el-Müsned’in tamamı sadece bu üç râvi tarafından rivayet edilmiştir.

İddia:
Ahmed b. Hanbel, muhalif yöneticilerin devrinde Müsned’e koyduğu zalim sultana baş kaldırmayla ilgili hadislerin hepsini, Mütevekkil halife olunca ona karşı kullanılmasın diye çıkarmıştır.

Cevap:
a) Ahmed b. Hanbel eseri hakkında daimi bir tetkik içerisinde olduğundan, bazı hadisleri çıkarması, bazılarını da sonradan ilave etmesi mümkündür.

Ahmed b. Hanbelin ölüm döşeğinde iken oğlu Abdullaha, “Bu hadisin üstünü çiz. Zira bu hadis, Hz. Peygamberden gelen hadislere aykırıdır.”(4) manasındaki ifadesi, onun bazı hadisleri sahih kabul etmediği veya başka hadislere aykırı bulduğu için çıkardığına delalet eder, Mütevekkile karşı kullanılmasın diye değil!

b) Ahmed b. Hanbel’in zalim sultanlarla ilgili hadislerin tamamını çıkardığını iddia etmek büyük bir iftiradır. Allaha isyan olacak yerde kula itaatin olmadığını, Hz. Peygamberin emirlerine uymayan sultanlara tabi olunmaması gerektiğini bildiren hadisler Müsned’de bulunmaktadır.

Ebubekir (ra)’dan rivayet edilen ve zalimlere karşı koymayanlara azap edileceğini (5), İbni Abbas (ra)’ın naklettiği ve devlet başkanlarının kapısında duranların fitneye sürükleneceğini (6), Ebu Hureyre (ra) tarafından rivayet edilen ve sultanlara yakınlaşanın Allaha uzak düşeceğini bildiren(7) hadisler gibi birçok rivayete de Müsned’de yer verilmiştir.

Bütün bu hadisler, Ahmed b. Hanbel’in zalim hükümdarlarla ilgili rivayetlerin tamamını Mütevekkile karşı kullanılmaması için Müsned’den çıkardığı iftirasına cevap vermektedir.

c) Bazı kimseler şuan Müsned'de bulunan zalim sultanlarla ilgili hadislerin Abdullah b. Ahmed tarafından Müsnede sonradan ilave edildiğini savunmaktadırlar.

Müsned günümüze İbnu Hanbel’in oğlu Abdullah ve onun talebesi Ebû Bekir Ahmed b. Ca‘fer el-Katîî’nin rivayetiyle gelmiştir.

Abdullahın ve el-Katîî'nin Müsned'e sonradan ilâvelerde bulunduğu doğrudur. Ancak bu ilaveleri Ahmed b. Hanbelin rivayetlerinden ayırmak mümkündür. Şöyle ki:

- Ahmed b. Hanbel'in rivayetleri şu sigayla başlar: Haddesenî Abdullah haddesenî Ebî

- Abdullah'ın ilaveleri şu sigayla başlar: Haddesenî Abdullah, haddesenî fülân (bana Abdullah anlattı, ona da falanca anlattı ki)

- el-Katî'î'nin ilâveleri de şöyle başlar: Haddesenî fülan (bana falanca anlattı ki)

Ayrıca Abdullahın zevâidi (ilaveleri) sayıca fazla değildir. Âmir Hasan Sabri'nin araştırmasına göre Abdullah, Müsnede 229 hadisi ilâve etmiştir(8).

Katîî'nin de ilaveleri birkaç taneyi geçmez. Nitekim Dahîl b. Sâlih el-Luheydân, el-Katîî’ye ait ziyadeleri tahric ettiği çalışmasında tesbit ettiği ziyade sayısının dört olduğunu belirtmiştir(9).

O halde Müsned'de bulunan zalim sultanlarla ilgili hadislerin Abdullah b. Ahmed tarafından Müsnede sonradan eklendiğini söylemek hatalıdır. İlgili hadislerin sevk sigalarından bunların Abdullaha değil, İmam Ahmede ait olduğu anlaşılmaktadır.

İddia:
Abdullah b. Ahmed’den Müsned’i tek bir kişi rivayet ediyor, tek bir kişi: el-Katîî. Katîî, “Abdullah’ın kucağına otururdum, çocuktum.” diyor. Müsned’in içinde otuz bin rivayet var. Onu rivayet eden ise bir kişi, o da çocuk...

Cevap:
a) el-Katîî adaleti ve zabtı bilinen sika (güvenilir) ravidir. Değerli bir hadis hafızı ve döneminde “Müsnidü’l-Irâk” diye tanınan hadis âlimidir.

Dârekutnî ve Hakim de Katîî'nin sika olduğunu belirtmektedir(10).

Böylesine güvenilir bir kişinin rivayetine itimat edilemeyeceğini söylemek mümkün görülmemektedir.

Asr-ı Saadet’te bir kişinin getirdiği haberle amel edildiğini gösteren örnekler mevcuttur(11). İmam Şafii de sahih olma şartını taşıyan haber-i vahid’in dinde delil olduğunu söylemiştir(12). Aynı zamanda mu’tezile alimlerinden Ebü’l-Hüseyin el-Hayyat’ın, “Biz adil bir kişinin verdiği haberin ilim gerektirmediğini savunuruz”(13) şeklindeki açıklaması mevcuttur.

Dolayısıyla, Müsned’in Abdullah b. Ahmed b. Hanbel’den tek bir ravi tarafından rivayet edilmesi bir sorun teşkil etmemelidir.

b) İddiada sözü geçen “Abdullah’ın kucağına otururdum, çocuktum.” ifadesi bağlamından koparılmış ve böylece el-Katii’nin Müsned’i çok küçük yaşta dinlediği lanse edilmektedir.

Halbuki el-Katıî’nin ifadeleri şöyledir: “Abdullah b. Ahmed bize gelirdi, kendisine hadis okunurken ben onun kucağında otururdum.”(14) 

Burada Katii’nin Müsned’i çocukluk devrinde dinlediğine dair bir bilgi yoktur.

c) Abdullah b. Ahmed’in hicri 290 yılında vefat ettiği, el-Katii’nin de 274-368 yıllarında yaşadığı dikkate alınırsa, Abdullah öldüğünde Katii’nin 16 yaşında olduğu sonucu çıkar ve onun Müsned’i 15-16 yaşlarında ezberlediği belli olur.

İnsanlarının dikkatlerinin dağıldığı, hafızaların zayıfladığı bu devirde bile bir kere okuduğunu ezberine alan, hafızasında onlarla kitap bulunan zeki çocuklar; oldukça zor matematik işlemlerini ezbere yapan yaşı az ama zekası yüksek olan yetenekler yetişebiliyor. Peki tüm dikkatin ilme yöneldiği, takvanın ve zühdün zirvede olduğu o yıllarda, daha çocuk iken hadis meclislerinde bulunan büyük alim el-Katii’nin Müsned’i 15-16 yaşlarında ezberleyip rivayet etmesi neden imkansız olsun?

d) Müsned'in içinde otuz bin değil, 27.647 hadis (el-Arvaût neşri) vardır. Hadislerin önemli kısmı mükerrer (birden fazla yerde tekrarlanan) rivayetlerdir. Mükerrer hadisler ayıklandığı zaman Müsned'in hacmi bir hayli azalmaktadır.

İddia:
Ama o arada Müsned denize düşmüş, kaybolmuştur. el-Katii, işitmediği bir nüshadan da kaybolanların yerini doldurmuştur.

Cevap:
İbn Asâkir, Ebû Bekir el-Katî‘î’nin kitabının suya düştüğünü ileri sürer(15). el-Katiî’nin kitablarından bir kısmının suya düşmesi tabakat kitaplarıyla da uyumludur(16).

Katîî'nin kitablarından bir kısmının suya düşmesiden sonra işitmediği bir nüshadan kaybolan kısmı yazdırdığı için tenkit edenler olmuşsa da, bu tentit doğru değildir.

Katîî'nin öğrencilerinden olan Ebu Bekr el-Burkanî, kitaplarının kaybolmasından sonra tekrar başka kitaplardan yazmanın bir kusur olmadığını savunur. İbn Kesir de bu görüşü savunmaktadır(17).

Kitaplarının bir kısmının su altında kalması olayı Katîî'nin Müsnedin tamamını dinleyip ezberine almasından sonra vuku bulmuştur. Demek kaybolanların yerini işitmediği bir nüshadan yazdırdıktan sonra ilgili kısmı ezberi ile kontrol etmiştir.

Öte yandan, onun işitmemiş olduğu kitaptan yaptığı rivayetler önceki rivayetleri ile ters düşmemektedir. İbnu’l-Cevzî de buna benzer gerekçelerle el-Katîî’nin cerh edilemeyeceğini söyler(18).

Ayrıca Dârekutnî, Hakim, İbn Kesir gibi âlimler hadis ilmindeki titizliklerine rağmen el-Katîî’den rivayeti terk etmiş değillerdir. Eğer kitapların bir kısmının kaybolmasından sonra tekrar başka kitaplardan yazmak bir kusur olsaydı veya Katîî'nin nakillerini güvensiz kılsaydı, bu muhaddisler onun rivayetlerini terkederdi.

Halbuki Hatîb el-Bağdâdî ve İbnu’l-Cevzî, el-Katîî’den rivayette bulunmada imtinâ gösteren ve onun yaptığı rivayetleri delil olarak kullanmayı terk eden hiçbir kimseyi görmediklerini belirtmişlerdir(19).

Sonuç olarak, "el-Katii, işitmediği bir nüshadan da kaybolanların yerini doldurmuştur." iddiası bir tenkit nedeni değildir.

İddia:
Müsned’i el-Katii’den de bir kişi rivayet ediyor: İbnü’l-Müzhib. İbnü’l-Müzhib’in asla güvenilmez biri olduğu ve eline geçeni Müsned’e doldurduğu bilinmektedir.

Cevap:
Ebû Ali Hasan bin Ali bin Muhammed bin el-Müzhib et-Temîmî 355 yılında Bağdatta doğmuştur. el-Katii’nin öğrencisidir ve Müsned’i ondan dinleyip rivayet etmiştir.

İbnü’l-Müzhib (ö. 444/1052) Ebû Bekr bin Mâlik el-Katiî, Ebû Muhammed bin Mâsî, Muhammed bin İsmâil el-Verrâk, Dârekutnî, Ebü’l-Abbâs bin Mükrim ve İbn Şahin gibi büyük âlimlerden ders almış, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’ini ezberlemiş ve “Müsned râvîsi” diye meşhur olmuştur.

İbnü’l-Müzhib’in eline geçeni Müsnede doldurduğu iddiası doğru değildir. Bu iddia Hatib el-Bağdadî'nin şu cümlelerinin tahrif edilmiş halidir: “Hasan b. Ali, Ebû Bekr el-Katîî’den Müsned’in tamamını rivayet etmiştir ve seması da sahihtir. Ancak Müsned’in bazı cüzlerine kendi ismini katmıştır."(20)

Hatîb’in bu eleştirisini değerlendiren Ebu’l-Ferec İbnü'l-Cevzî onu sert bir dille tenkit etmiş ve bu söyledikleri ile ancak muhaddislerin avamının bir râviyi cerh edeceğini belirtmiştir. Ayrıca bir râvinin hadisi işitmesi kesinleştikten sonra o râvinin işittiği hadisi kendi hattı ile yazması cerhini gerektirecek bir durum da değildir(21).

Sonuç olarak, İbnü'l-Müzhibin güvenilmez olduğu doğru değildir. İbnü'l-Cevzî, “Hakkında ancak hayır ve dindarlık biliniyor.” ifadesi ile güvenilir bir kimse olduğunu vurgulamıştır(22).

İddia:
Kettani, Müsnedin yok olduğunu, onu Abdullah b. Salim el-Basri tarafından toparlanıp neşredildiğini söylemiştir. Peki Abdullah b. Salim el-Basri ne zaman yaşamış? Hicri 1134’te vefat etmiş. Yani Ahmed b. Hanbel 241 senesinde vefat etmiş, elimizdeki Müsned 1134 yılında ölen Abdullah b. Salim el-Basrî'nin kendince toplayıp bize sunduğu nüshadır.

Cevap:
Müsned‘in miladi 12, 13, 14, 15 ve 16. asırlara ait yazma nüshaları çeşitli kütüphanelerde mevcuttur(23). Hal böyle iken el-Müsnedin yok olduğunu ve XVIII. yüzyılda Abdullah b. Salim’in kendince toplayıp bize sunduğunu söylemek iftira değil midir?

Ayrıca, el-Müsned’deki hadislerin çoğu, Kütüb-i Sitte ve bazı tanınmış muhaddislerin hadis kitaplarındaki rivayetleri derleyen el-Müsnedü’l-câmiʿ gibi eserlerde yer almaktadır. Bu gün elimizde Müsned üzerine yapılmış çalışmalar mevcuttur. Örneğin:

- İbn Hacer el-Askalânî (ö. 852/1449), Müsned‘deki hadisler üzerine İtrâfu’l-Müsnidi’l-Mu’telî isimli “etrâf”çalışması yapmış, yani bu eserdeki hadislerin metinlerini ilk kelimelerini esas alarak alfabetik sıraya koymuştur.

- Nûruddîn el-Heysemî (ö. 807/1405) Müsned‘de bulunup da Kütüb-i Sitte‘de bulunmayan hadisleri (zevâid) Gâyetu’l-Maksad isimli eserinde toplamıştır.

- Bunlar dışında matbu eserler arasında İbnu’l-Cevzî’nin (ö. 597/1201) Câmi’u’l-Mesânîd‘i(24) ile İbn Kesîr’in (ö. 774/1373) Câmi’u’l-Mesânîd ve’s-Sünen‘i(25) de Müsned‘in muhtevasını aktaran eserler arasında ilk akla gelenlerdir.

Görüldüğü üzre Müsnedde bulunan tüm hadisleri ihtiva eden yukarıdaki eserler Abdullah b. Salim el-Basriden (ö. 1134/1721) yüzlerce yıl önce telif edilmiştir. Öte yandan Müsned'in Abdullah b. Salimden altı asır önceye ait yazma nüshaları da elimizde mevcuttur.

Dipnotlar:

1. İbnü’l-Cezerî, el-Mes'adu'l-Ahmed fi Hatmi Müsnedi'l-İmâm Ahmed, Riyad, Mektebetü’t-tevbe, s. 10

2. İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul, 1985, s. 32

3. İbnü’l-Cezeri, Kitabu’l-Müs’adü’l-Ahmed, s.11; Zehebi, Siyer, XI, 329

4. el-Müsned, II, 301

5. Ahmed b. Hanbel, Müsned (nşr. Şuayb el-Arnaût v.dğr.), Beyrut 1416/1995, hadis no: 29

6. a.g.e., hadis no: 3362

7. a.g.e., hadis no: 8836

8. Âmir Hasan Sabri, Zevâidu Abdullah b. Ahmed b. Hanbel fî’l-Müsned, Dâru’l-Beşâir el-İslâmiyye, Beyrût 1990, s. 124

9. Dahîl b. Sâlih el-Luheydân, Ziyâdâtü’l-Katiî alâ Müsnedi’l-İmam Ahmed, el-Câmia el-İslâmiyye, Medîne 2001, s. 123

10. İbnu’l-Cevzî, el-Muntazam, VII, 93; Siyeru a'lami'n-nübelâ, XVI, 212-213

11. Buhari, Ahbâru’l-âhâd, 1-6

12. er-Risale, 359

13. Kitâbü’l-İntisâr ve’r-red ʿalâ İbni’r-Râvendî el-mülhid, Beyrut 1957, s. 55

14. Târîhu Bağdâd ev Medîneti's-Selâm, IV, 73

15. İbn Asâkir, Tertîbü esma, s. 33

16. İbn Hacer, Lisânü’l-Mîzân, I, 145

17. el-Bidâye ve'n-Nihâye, XI, 312

18. İbnu’l-Cevzî, el-Muntazam, XIV, 461

19. Hatîb el-Bağdâdî, Târihu Bağdâd, V, 116; İbnu’l-Cevzî, el-Muntazam, XIV, 461

20. Hatîb el-Bağdâdî, Târihu Bağdâd, VIII, 393

21. İbnu’l-Cevzî, el-Muntazam, XV, 337

22. İbnu’l-Cevzî, el-Muntazam, XV, 336

23. Sezgin, Târîhu’t-Turâs, I/2, 220-1

24. İmam Ahmed’in Müsned‘i, Sahîhân ve Sünen-i Tirmizî‘deki hadislerin, sahabî ravilerinin alfabetik sırasına göre dizilmesiyle oluşturulmuştur; 8 cilt halinde matbudur. 

25. Ahmed b. Hanbel, Ebû Ya’lâ ve el-Bezzâr’ın Müsned‘leri, Kütüb-i Sitte ve et-Taberânî’nin iki Mu’cem‘indeki hadislerin sahabî ravilerinin alfabetik dizilimine göre zikredildiği bu eser de 37 cilt halinde basılmıştır. İbn Kesîr’in ömrü vefa etmediği için tamamlayamadığı Ebû Hureyre (ra) müsnedlerinin bir kısmı da bu baskıda Abdüsselâm b. Muhammed Allûş tarafından eserin sonuna ilave edilmiştir.

K a y n a k l a r :

- Bahadır Opus, "Ahmed b. Hanbel'in Müsned'ine yönelik tenkitlerin değerlendirmesi", Erzincan Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Yüksek Lisans Tezi, Mayıs 2016
- Kandemir, Mehmet Yaşar, “el-Müsned”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 32, TDV Yayınları, İstanbul 2006
- Polat, Salahattin, “Abdullah b. Ahmed b. Hanbel”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 1, TDV Yayınları, İstanbul 1988
- Canan, Prof. Dr. İbrahim, “Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi”, c. 1, Akçağ Yayınları 2016
- Çakan, Dr. İsmail Lütfi, “Hadis Edebiyatı”, İstanbul 1985
- Arif Alkan, "Ahmed b. Hanbel'in Hadis Anlayışı ve Müsned", Basılmamış Doktora Tezi, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1997
- Salih Salı, “Ahmed b. Hanbel’in Hayatı, Eserleri ve Hadis İlmindeki Yeri”, Harran Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Şanlıurfa 2015
- Bekir Kuzudişli, “Müsnedleri Dışında Zikredilen Sahâbîler Bağlamında Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i -Ebû Hüreyre Örneği-”, Hadis Tetkikleri Dergisi (HTD), VIII/2, 2010
- Ebubekir Sifil, "Mustafa İslamoğlu Patentli Yalanlar Serisi Güncellenmiş!", https://ebubekirsifil.com/s/mustafa-islamoglu/patentli-yalanlar-serisi/ (erişim: 22.07.2020)


Sahabe Zamanındaki Münafıklardan Hadis Gelmiş mi, Gelmediyse Eğer Hadis Gelmediğine Delilimiz Nedir?

Soru Detayı: 

DİA, Cerh ve Ta'dil maddesinde şöyle deniliyor:" Buna göre sahâbe arasında münafıkların varlığı diğerlerinin adaletini iptal etmez. Zira münafık olduğu bilinenler zaten sahâbî sayılmaz, bilinmeyenlerin ise cerh ve ta‘dîl kurallarıyla münafık olduğunu tesbit etmek mümkün değildir. Çünkü cerh ve ta‘dîlde zâhire göre karar verilir." Buradan şu sonucu çıkardım: Sahabe tabakasına adalet yönünden cerh ve ta'dil yapılsa bile, zahire bakarak hükmedildiği için tespit edilemeyecek münafıklar var. (Elmalılı ve Beydâvî de Tevbe, 9/101 ayetinde "münafıklıkta direnenler var. Sen onları bilmezsin" kısmının tefsirinde o münafıkların ne denli ustaca kendilerini gizlediğini söyler.)
Hal böyle iken münafık olduğu bilinmeyen ve sahabe olduğu düşünülen kişilerden hadis gelmesi imkan dahilindedir. Bir tabiî, pek ala kendini ustaca gizleyen bir münafığı sahabe zannedebilir ve onun uydurduğu metni hadis olarak görüp nakledebilir.

Cevap:

Öncelikle Hz. Peygamber (asm) Efendimizin yaşadığı dönemde sünnet-i nebeviye yalandan korunmaktaydı. Münafıkların, O’nun sözlerine herhangi bir yalanı eklemeleri veya söylemediği bir şeyi söyledi gibi aktarmaları söz konusu olamazdı. Çünkü Hz. Peygamber hayatta idi. Eğer yanlış bir şey varsa hemen düzeltirdi, vahiy de devam ettiği için böyle bir şeye cüret etme imkanları da söz konusu değildi. Çünkü gizledikleri nifakları hemen açığa çıkacak ve rezil olacaklardı.
Bu sebeple Hz. Peygamber hayatta iken, münafıkların böyle bir işe girişebilme imkanları yoktur.
Hz. Peygamberin vefatını müteakip Dört Halife dönemine baktığımızda; Halifelerin, haberleri kabulde ihtiyatı esas alıp işi çok ciddi tuttuklarını pek çok rivayetten öğrenmekteyiz. İmam Zehebî, Siyeru a’lami’n-nübelâ adlı eserinde, haberleri kabulde ilk ihtiyatlı davranan kişinin Hz. Ebubekir olduğunun; Hz. Peygamberden yapılan nakillerde tesebbütü yani sözün doğruluğunu araştırma ameliyesini ilk olarak uygulayan kişinin de Hz. Ömer olduğunun muhaddisler tarafından kabul edildiğini aktarmıştır. Ayrıca Hz. Ali’nin de yemin ettirdiğini bilmekteyiz.
Şüphesiz sahabede adalet asıldır. Sahabe umumen adildir ve onların adaleti Kuran, hadis ve icma ile sabittir. Onlar vahyin yani Kuran ve Sünnetin hameleleri olup onu bizlere aktaran kimselerdir.  
Kütüb-i Sitte ravileri ile ilgili bir kitabın yazarı Yûsuf el-Mizzî (ö. 742/1341)“Sahâbiden nifakla itham edilen hiç kimseden rivayet yoktur.” demiştir. (Zerkeşî, Bahru’l-muhît,  6/188)
Sahabîlerin yaşadığı dönemde Hz. Huzeyfe gibi bir sigorta da söz konusuydu. Hz. Peygamber ona münafıkları bildirmişti. Huzeyfe’nin vefat tarihinin hicri 36 olduğunu düşünürsek bu tarihe kadar kalan münafıkların böyle bir şeye cesaret etmeleri de mümkün değildir.
Zaten münafıklar asla bilinmiyordu ifadesi doğru değildir. Çünkü bunlardan bir kısmı biliniyordu, bir kısmı da münafıklıkla itham edilmekteydi. Başta Kuran-ı Kerim onların sıfatlarını zikretmiştir. Özellikle Medine’de nazil olan Bakara, Nisa, Tevbe, Münafıkun gibi surelerde onların vasıfları anlatılmıştır. Mesela şu ayet-i kerime’de buna işaret edilmiştir: “İstersek şüphesiz onları sana gösteririz de yüzlerindeki işaretlerden kendilerini tanırsın. Kuşkusuz konuşma tarzlarından sen onları bileceksin. Allah bütün yaptıklarınızı bilir.” (Muhammed suresi, 30)
İkinci olarak şu hususu belirtmeliyiz:
Hadislere baktığımızda Buhari’de geçen bir rivayette, onları bizzat bilen Hz. Huzeyfe münafıklardan sadece 4 kişinin kaldığını ifade etmiştir. (Buhâri, Tefsir, 5)
Diğer sahabilerden de münafıkları tanıdıklarına dair rivayetler gelmiştir. Cemaatle namaza devam konusunda Abdullah b. Mesud : “... Vallahi ben öyle günümüzü görmüşümdür ki nifakı bilinen münafıkdan başka hiç birimiz cemaati terk etmiyordu.” demiştir. (Müslim, Mesâcid, 44)
Ayrıca Hz. Peygamber (asm), onların sabah ve yatsı namazlarına gelmekten zorlandıklarını da belirtmesi bunu teyid etmektedir. Tabîûn âlimlerinden Said İbnu'l-Müseyyeb (ö. 94/713) "Resûlullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Bizimle münafıklar arasında yatsı ve sabah namazlarında hazır bulunma farkı vardır. Onlar bu iki namaza muktedir olamazlar." demektedir. (Muvatta, Salatu'l-Cemaa 5, 1/130)
Tebuk savaşına katılmayanlar arasında bulunan sahabilerden olan Kab b. Malik, Rasûlullah gazaya gittikten sonra kendisinin insanların içine çıktığını ve ara­larında dolaştığını, rastladığı kişileri anlatırken münafıklık damgası yemiş kimseleri” gördüğünü belirtir. (bk. Buhari, Megazi, 81; Müslim, Tevbe 9)
Bu da söz konusu kişilerin bilindiğini gösterir.
Münafıkların Uhud savaşına katılmayarak geri dönemleri, Mescid-i Dırar’ı inşa etmeleri, ifk hadisesi gibi olaylar nifaklarının ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
Üçüncü olarak da şunu ifade edebiliriz:
Müksirun sahâbileri, yani çok hadîs rivayet edenleri zaten tanımaktayız. Haklarında ne önce ne sonra herhangi bir sıkıntı yoktur. Hadisçilerin metin tenkidi dedikleri sahâbî döneminde de vardı. Anlamadıkları ve garip karşıladıkları rivayetler konusunda susmamışlar, hakkında araştırma yapmışlardır.
Bunu, bildiğimiz büyük sahabiler hakkında bile yapmışlardır. Nerede kaldı ki münafık olarak bildikleri ya da itham altında olanlara imkan tanısınlar. Bunun örneklerine hadîs kitaplarımızda rastlamaktayız.  
Netice olarak sorunun cevabı şu şekilde özetlenebilir:
1. Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemde münafıkların böyle bir işe tevessül etmeleri mümkün değildir. Belki teşebbüs etseler bile başarılı olma imkanları yoktur.
2. Hz. Peygamber’in hayatının son zamanlarında münafıklar kalmamıştı. Kalanlar varsa da sayıları çok az idi. Sahih bir rivayette Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ashabım içinde 12 tane münafık vardır. Bunlardan sekiz tanesi bir devenin iğne deliğine girmesi mümkün olmadığı gibi onlar da cennete giremeyeceklerdir.” (Müslim, Sıfatü’l-münafikin, 9)
3. Hz. Peygamber, Huzeyfe b. el-Yeman’a münafıkların isimlerini bildirmiştir. Sahabiler ve münafıklar bunu biliyorlardı. Eğer Hz. Peygamber hakkında bir yalan uyduracak olsalar Hz. Huzeyfe’nin onları açıklayıp rezil edeceğini iyi biliyorlardı.
4. Sahabiler, münafıkları kesine yakın bir şekilde bilmekteydiler. Allah, onları pek çok yerde de açığa çıkarmıştı. Uhud’da savaşmaktan vazgeçip ayrılmaları, Mescid-i Dırar’ın yapılması olayı, İfk hadisesi gibi…
5. Şayet onlar Hz. Peygamber’in hadislerine yalan karıştırsaydılar veya inanla ilgili bir şeyi değiştirmiş olsalar, haramı helal, helali haram yapsalardı, bu hüküm Kuran-ı Kerim’e ve sabit sünnete zıt olurdu. O zaman hayatta olan sahabiler çoktu. Bu duruma müdahale eder ve düzeltirlerdi.
Abdullah b. Mübarek’e “Mevzu rivayetler çoğaldı. Bunlar nasıl anlaşılacak” diye sorulunca şu cevabı vermiştir: “Büyük alimler (cehabize) bunun için yaşamaktadır.”  demiş peşinden Hicr suresi, 9. ayeti okumuştur: “Kesin olarak bilesiniz ki bu kitabı kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz.”  (bk. Nureddin Itr, Menhecü’n-nakd, 1/484)
Şüphesiz mevzu rivayetleri ortaya çıkarmak ve sahih sünneti korumak için alimler bulunmakta olup bunlar vazifelerini hakkıyla ifa etmişlerdir. Tıpkı araçlardaki kusurları ortaya çıkaran ekspertizler gibi onlar da rivayetlerdeki gizli kusurları bulma konusunda uzmandırlar. Özellikle hadislerin tedvin ve tasnif dönemlerinde sayıları oldukça fazladır.
Onlar sorumluluklarını bilmiş ve onu yerine getirmişlerdir. Bizim şu anda sorumlu olduğumuz husus ise, makbul olan hadisleri anlamak ve onlarla gücümüz yettiği ölçüde amel etmektir.
KAYNAK: sorularlaislamiyet.com/sahabe-zamanindaki-munafiklardan-hadis-gelmis-mi-gelmediyse-eger-hadis-gelmedigine-delilimiz-nedir

Hadis'e Göre Boşanmak İsteyen Kadına Cennet Kokusu Haram mıdır?

Sevbân (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ciddi bir sebep olmadan, kocasından hul' yoluyla boşanan kadın, cennetin kokusunu alamaz."[Tirmizî,Talâk 11, (1186, 1187); Ebû Dâvud, Talâk 18, (2226); Nesâî, Talâk 34, (6, 168)].
Ebû Dâvud'un bir rivayetinde şöyle denmiştir: "Hangi kadın zevcesinden boşanma taleb ederse..."
Ebû Hüreyre'nin Nesâî'de gelen bir rivayetinde: "Kocasından hul' suretiyle boşanan kadınlar (günahça) münâfıklar gibidir." buyurulmuştur.
AÇIKLAMA:
1. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):  اَبْغََضُ الْحََلِ اِلَى اللّهِ الطََّقُ "Allah'ın en çok nefret ettiği helâl, boşanmadır." buyurmuştur. Evet dinimiz, Hristiyanlığın aksine, boşanmayı helâl ve meşru kılmıştır. Ama tecviz etmemiştir.
Karı ve koca her iki taraf, birbirlerinde gördükleri hoşlarına gitmeyen hususlara sabrederek basit şeylerden boşanmaya tevessül etmemeleri gerekir.
Bu meselede kadınlar daha hissî, daha aceleci, daha çabuk boşanma yolları arayabilecekleri için, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onları zikrederek meselenin kerâhetine parmak basmaktadır.
Hul', kadının teklifi üzerine vukua gelen boşanma olduğu için, Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm) burada kadını mevzubahis etmiştir. Sebepsiz kadın boşayan erkeklerin durumu farklı olmamalıdır.
2. Hadis, muhâlaa (kocasına bir bedel ödeme) suretiyle boşanan kadınları bu işten zecretmek maksadıyla mübâlağalı bir üslubla gelmiştir. Bu durumdaki kadınların cennete girmeyeceği hükmü çıkarılmaz.
KAYNAK: sorularlaislamiyet.com/bosanmak-isteyen-kadina-cennet-kokusu-haram-midir-bu-soz-hadis-midir-0

Kuran-ı Kerim Hakkındaki Kafa Karıştıran İddialara Cevap Verir misiniz?

Soru Detayı:

1. Kuran anlaşılmasın diye bütün konular parçalanmıştır. Ayetlerin sırası karıştırılmıştır.
2. Maide suresi 32’de "İşte bundan dolayı İsrailoğullarına şöyle yazmıştık: ..." diye devam eden ayet yalan, çünkü Tevrat’ta böyle bir şey yazmıyor. Hatta Tevrat’ta aksine Kuran'ın başka ayetlerde dediği gibi öldürün ifadesi daha çok geçiyor. Hezekil 9 örnek.
3. İşte Kuran’daki bu yalanlardan dolayı çocuklarımıza öğretmeye çalışıyorlar ki Tevrat ve İncil değiştirilmiştir diye... Kuran'ın yalanı ortaya çıkmasın diye.
4. Enam 146 "Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık....." İfadesi de yalan çünkü Tevrat’ta domuz, tavşan deve dışında bütün tırnaklı hayvanları yiyebilirsiniz olarak geçiyor. Kuran yine yalan söylüyor.
5. Hud suresi 71 İbrahim’e melekler geldiğinde hanımı da yanındaydı. 72’de ona evlat müjdelendiğinde eşi vay başıma gelene ben bir kocakarıyım.. gibi bir ifade geçiyor. Aynı olayın anlatıldığı Zariyat 29’da ise "Karısı çığlık atarak geldi. Ben bir kocakarıyım .." ifadesi tutarsız. Hani Hud’da geçen ifadede İbrahim’in karısı yanındaydı.


Cevap:

Cevap 1:
a) Allah böyle bir şey yapmaz.. Çünkü Bu kutlu bir kitaptır ki, ayetleri üzerinde iyice düşünsünler ve aklı selim sahipleri öğüt alsın diye sana indirmiş bulunuyoruz.” (Sad, 38/29) mealindeki ayet ve benzeri ayetlerde, Kuran’ın anlaşılması için indirildiğine dikkat çekilmiştir.
b) Hz. Peygamber (asm) de böyle bir şey yapmaz. Çünkü görevi Kuran’ı hem tebliğ etmek hem de anlaşılmasını sağlamak için onu açıklamaktır. “Kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye Sana da bu zikri/Kur’an’ı indirdik.” (Nahl, 16/44) mealindeki ayet ve benzerlerinde ifade edildiği üzere, Kuran’ın anlaşılması için gayret göstermek Hz. Peygamber (asm)’in görevidir.
c) Sahabe de böyle bir şey yapmaz. Çünkü, Hz. Peygamber (asm)’in hayatında da vefatından sonra da Kuran’ın anlaşılıp hükümlerine uyulması için mallarını canlarını feda ettikleri Kur’an’ın anlaşılmaması için böyle bir hıyanet içine girmeleri imkânsızdır.
Başka da  bu işi yapan olmadığına göre, bu iddia bir küfri hezeyandan öteye geçemez.
Cevap 2:
İlgili ayetin meali şöyledir:
“İşte bundan dolayı İsrailoğullarına şöyle yazdık: Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa, sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur. Resullerimiz onlara açık ayetler ve deliller getirmişlerdi. Ne var ki onların çoğu bütün bunlardan sonra, hâlâ yeryüzünde fesat ve cinayette aşırı gitmektedirler.” (Maide, 5/32)
Bu konuyu da birkaç madde halinde açıklayacağız:
a) Evvela, bu ayette -görüldüğü üzere- ilgili hükmün Tevrat’ta geçtiğine dair açık bir ifade yoktur. Gerek bazı tefsirlerde gerek bazı meallerde “Kitapta / Tevratta yazdık” şeklinde yer alan ifadeler birer yorumdur. Buna göre, “İşte bundan dolayı İsrailoğullarına şöyle yazdık” mealindeki cümlede yer alan ifadeden, Tevrat öncesi İsrailoğullarına da peygamberleri vasıtasıyla- yazılmış, farz kılınmış  bir hüküm olarak anlamak mümkündür. Çünkü Hz. Musa’dan önce de İsrailoğullarına peygamberler gönderilmiş olduğuna göre, elbette onlar vasıtasıyla da bazı hükümler ortaya konulmuştur.
b) Bu hükmün Talmut’ta yer alması, onun şu anda elde mevcut olmayan Tevrat’ın asıl nüshasında var olduğunun önemli bir kanıtıdır. Çünkü Tevrat’ın bir tefsiri olan Talmut’ta bulunan her şeyin düzmece olduğunu söylemek, o din adamlarına büyük bir haksızlıktır. Kur’an’ın tefsirinde bazı yanlış yorumlar olabileceği gibi, Tevrat’ın tefsirlerinde de yanlışlar olabilir.
c) Kur’an’la tasdik edilmiş bir bilginin Talmut’ta  bulunması, onun doğruluğunu göstermektedir. İster asıl Tevrat’ta geçsin, ister daha önceki peygamberlerin öğretileri arasında yer alsın, bunun Kur’an gibi bir tek kelimesinin bile tahrifi söz konusu olmayan bir kitapta vurgulanması, Talmud’daki ilgili bilginin de doğruluğunu gösteriyor.
d) Reşid Rıza’nın (el-Menar, ilgili ayetin tefsiri) bildirdiği gibi, asıl Tevrat kaybolduğundan bu çok harika öğreti de diğer birçok dini hükümler gibi İsrailoğulları tarafından unutuldu. Daha sonra din adamları tarafından -hafızalarında kaldığı kadarıyla- yazıya geçirildi. Örneğin, Kur’an’da yer alan (Maide, 5/27-31) Habil Kabil kıssası, Tekvin‘de de geçmektedir. (Tekvin, 4/ 4-8)
Huruç / Çıkış’ta kısas hükmü Kuran’da olduğu gibi açıkça ifade edilmiştir:
“Kim birini vurup öldürürse, kendisi de kesinlikle öldürülecektir.” (Çıkış, 21/12)
e) Bazı Yahudi ve Hristiyanların şöyle çıkmaz bir yol takip ettiklerini görüyoruz:
Kuran’da var olup da Tevrat’ta da var olan hususlar için, “Bunlar Kutsal kitaptan kopyalanmıştır.” derler. Kuran’da olup da Kutsal kitapta olmayanlar için de: “Bu bilgiler doğru değildir, çünkü Kutsal kitapta yoktur!..”  derler. Akıl, mantık, izan, insaf ve vicdan ölçülerinin çok uzağında olan bu ön yargı safsatasından kurtulmadıkça, bu tür iddialar ve iftiralar ne yazık ki devam edecektir.
f)  Kuran gibi kırk yönden mucizeliğini on beş asırdan beri ortaya koymuş ve A’dan Z’ye Allah’ın sözü olduğunu ispatlamış bir kitap hakkında tereddüt edenlerin, öncelikle Kitab-ı Mukaddes'ten şüphe etmeleri gerekmez mi? Çünkü bu kitabın hiçbir bölümü herhangi bir mucize ile donanmadığı gibi, -en iyimser ifadeyle- bunların büyük bir kısmının Allah’ın sözü olmadığı, onlar tarafından da bilinmekte ve itiraf edilmektedir.
Cevap 3:
Tevrat ve İncilin tahrif edildiği konusu güneş gibi açıktır. Çünkü:
- Tevrat’ın yaklaşık  beşte dördü tarih, krallıklar ve benzeri bahislerden oluşmaktadır. Bunların içinde çelişkili beyanların yanında, kızları ile yatan bir peygamberden söz etmeleri gibi ne dinde ne insanlıkta yeri olmayan saçmalıkların bulunması bunların vahiy olmadığını, insanlar tarafından yazılıp sokuşturulduğunu göstermektedir.
- 104 İncil’den seçilen şimdiki dört İncil’in farklı beyanlarının olması, bunların ilahi vahiy mahsulü olmadığını göstermektedir.
- Biz Müslüman olarak Tevrat ve İncil adında iki kitabın vahiy olarak geldiğine iman ediyoruz. Fakat bu isimdeki iki kitabın da vahiy olduğunu tasdik eden Kuran, aynı zamanda bunların insanlar tarafından tahrife uğradıklarını da belirtmektedir.
Hiç bir tarihte, ne Tevrat ve ne de İncil’de bir mucizelik unsurundan söz edilmemiştir. İfade tarzları bakımından mucize yönlerinin olmaması, ilk nüshaları bir yana, indiği İbraniceden değişik dillere çevrilmeleri ve İbranice asıllarının adeta yok olması, Tevrat’ın kaybolmasından sonra, zaman içinde Azra/Uzayr tarafından yeniden keşfedilmesi, ilham eseri olarak kendisine hatırlatılması sonucunda varlığını sürdürmesi de tahrifata uğramasını kolaylaştırmıştır. Çünkü ilhamın vahiy gibi sağlam olmadığı bilinen bir gerçektir.
Tevrat’ın ikinci kez Azra adındaki zata vahiy edilmiş olması, vahiylerdeki cari olan ilahi prensibe de aykırıdır. Olsa olsa bir ilham eseri olur ki ilham, her zaman kişinin kendi arzularının karşıması ve daha başka   arızaların karışması kaçınılmazdır. İncilin durumu daha vahimdir.
- Tarih içerisinde ehl-i kitabın din adamları ile munazara eden İslam alimleri daima karşı tarafı ya ikna etmiş veya ilzam etmiştir. Bu konuda önemli kitaplar da yazılmıştır.
- Eğer şu soruda söz konusu edilen anarşist ruhlu kişinin dediği doğru olsaydı, yaklaşık 14 asır boyunca, binlerce Yahudi ve Hıristiyan din adamları Kuran’a iman edip teslim olmayacaklardı.
Bugün de dünyanın her tarafında her gün mutlaka ehl-i kitap olan birçok insan İslamla şereflenmekte ve bu tavırlarıyla konumuz olan kişiyi/veya kişileri tekzip etmektedir.
Cevap 4:
İlgili ayetin meali şöyledir:
“Yahudilere mahsus olmak üzere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere, sığır ve koyunun ise iç yağlarını onlara haram kıldık. Taşkınlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık. Biz elbette doğru sözlüyüz.”(Enam, 6/146)
Bu ayette yer alan “sığır ve koyunun ise iç yağlarını onlara haram kıldık” mealindeki ifadede  sığır ve koyunun -iç yağları hariç- etlerinin yenebileceğine vurgu yapılmıştır.
Ayetin son cümlesi olarak yer alan “Biz elbette doğru sözlüyüz” mealindeki ifadeden da anlaşılacağı gibi, Yahudiler, Allah’ın kendilerine ceza olarak bir şey haram kılmadığını, Hz. Yakub’un nezirle kendine haram kıldığı bazı şeyleri, Yahudiler de ona tabi olarak kendi istekleriyle kendilerine haram kıldıklarını iddia ediyorlardı. Allah bu cümle ile onları yalanlıyor.. (bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)
Al-i İmran suresinde benzer bir ifade şöyledir:
“Tevrat indirilmeden önce, İsrâil’in (Yakub’un) kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceklerin her türlüsü İsrâiloğulları’na helâl idi. De ki: ‘Doğru söylüyorsanız Tevrat’ı getirip okuyun!’. Artık bundan sonra kim Allah adına yalan uydurursa işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Al-i İmran, 3/93-94)
Bu konunun özeti şudur:
“İsrâiloğulları, Tevrat ininceye kadar Hz. İbrahim’in şeriatıyla yaşıyorlardı ve yüce Allah bu şeriatta temiz yiyeceklerin hiçbirini haram kılmamıştı. Daha sonra Yahudilerin, insanları Allah yolundan alıkoymaları ve birtakım haksızca ve edepsizce davranışları yüzünden –ceza olarak– birçok temiz yiyecek Tevrat’ta kendilerine haram kılınmıştır. Bu durum Kuran-ı Kerîm’de anlatılınca (mesela bk. Nisâ 4/160; Enam 6/146), Yahudiler bunu reddetmişler ve bu ayetlerde haram kılındığı bildirilen yiyeceklerin, Hz. Musa’dan önceki peygamberler zamanında da haram olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa bu yiyecekleri Hz. Musa’ya indirilmiş olan Tevrat haram kılmıştır. Bu ayetler Yahudilerin söz konusu iddialarının asılsız olduğunu ortaya koymuştur. (Şevkânî, ilgili ayetlerin tefsiri)
Enam suresinde “Allah doğru sözlüdür”mealindeki ifadeye yer verildiği gibi, Al-i İmran suresinde de yukarıdaki iki ayetten sonra “De ki: "Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hanîf olan İbrâhim’in dinine uyunuz. O müşriklerden değildi." (Al-i İmran, 3/95) ifadesine yer verilmiştir.
Gerek Enam suresinde “Allah doğru sözlüdür” ifadesi, gerek Al-i İmran suresinde “Allah doğruyu söylemiştir” ifadesi, Kuran’da anlatılanların Hz. Muhammed’in sözü olmayıp Allah kelamı olduğuna ve Yahudilerin yalan söylediklerine işaret eder. Çünkü birbirine zıt iki haberden biri doğru ise diğeri mutlaka yalandır. Dolayısıyla burada Allah’ın doğru söylediği bildirilince Yahudilerin yalan söyledikleri kendiliğinden ortaya çıkmış olmaktadır. (krş. İbn Aşur, el-Kasımi, el-Meraği, Enam, 146 ve Al-i İmran, 93-95 ayetlerinin tefsiri)
- Tevrat’ta, konuyla ilgili ifadeler şöyledir:
“Yiyebileceğin hayvan türleri  şunlardır: Sığır, koyun, keçi,  geyik, ceylan, karaca, o yaban keçisi, antilop, yaban koyunu ve dağ keçisi; geviş getiren her çift  toynaklı hayvan.  Bunları yiyebilirsiniz.” (Kitab-ı Mukaddes, Tekrarlar/Tesniye, 14/4-6)
“Ancak geviş getiren ya da  çift toynaklı hayvanlardan şu türleri yemeyeceksiniz: Deve, tavşan¸ kaya damanı. Bunlar geviş getirir fakat çift toynaklı değildir. Sizin için temiz değildirler. Domuzu da yemeyeceksiniz, çünkü çift toynaklıdır, fakat geviş getirmez. Sizin  için temiz değildir. Bunlardan hiç birinin etini yemeyeceksiniz, leşine dokunmayacaksınız.” (Kitab-ı Mukaddes, Tekrarlar/Tesniye, 14/7; Ayrıca bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)
Cevap 5:
İlgili ayetlerin meali şöyledir:
“Ayakta bekleyen karısı rahatlayıp güldü, hemen ona İshak’ı, İshak’ın ardından da Yakub’u müjdeledik. "Aman ya rabbi! Ben bir yaşlı kadın, şu da ihtiyar kocam; bu halde ben çocuk mu doğuracağım? Doğrusu bu şaşılacak bir şey!" dedi.” (Hud, 11/71-72)
Bu iki ayet arasında hiçbir çelişki yoktur. Soruda ima edildiği gibi, ilk ayette Hz. İbrahim’in hanımı yanında olduğu, ikinci ayette yanında olmadığına delalet eden hiç bir ifade yoktur. Bilakis bu iki ayetin de aynı meclise işaret ettiğine açık ifadeler vardır.
Mesela: Birinci ayette “(Meleklerin Hz. Lut kavminin helaki için geldiğini duyan ve) Ayakta bekleyen karısı (kendilerine azabın gelmeyeceğini/veya Lut kavminin helak olacağını haber alınca) rahatlayıp güldü.” cümlesinden sonra “Fe beşşernaha” cümlesi kullanılmıştır ki, bu cümlenin başındaki atıf edatı (Vav, Sümme değil de)  fa-i takibiye olması, Lut kavminin helak haberi ile bir çocuğun müjdelenmesinin aynı anda olduğunun açık göstergesidir.
Bu açıdan bakıldığında, meallerde geçen  “hemen ona İshak’ı, İshak’ın ardından da Ya‘kūb’u müjdeledik” şeklindeki ifadeler çok isabetli olmuştur.
Demek ki burada Hz. İbrahim’in hanımının ayrı yerlerde olduğuna dair ufak bir emare bile yoktur.  
72. ayette -meal olarak-geçen “Aman ya rabbi! Ben bir yaşlı kadınım…” gibi ifadelerin hanımın o anda orada olmadığı yorumunu çıkarmak için kişinin Arapça gramer kaideleri konusunda oldukça cahil olması yanında ön yargısının da çok aktif olması gerekir.
- Kuran’ın üslubunda çok üst seviyede belagat incelikleri vardır. Bu çok ince münasebet iplerinin bağlantı noktalarını fark edemeyenlerin, özellikle önyargı fanatizminin pençesine düşmüş zavallı kimselerin bir tutarsızlık vehmedebilirler. Kuran’da “Bilmiyorsanız ilim ehline sorun” diye ifade edilmiştir. Bu düstura riayet etmeyenler- ehlim yanında- yanlış yorumlarıyla maskara olurlar.  
Burada belagatın ince münasebet ipliklerini şöyle açıklayabiliriz:
a) Bu kıssada kavminin başına felaket gelen peygamber Hz. Lut’tur. Hz. Lut, Hz. İbrahim’in yeğenidir. Hz. İbrahim’in yeğeni olduğu için olay İbrahim’i de ilgilendiriyordu. Bu sebeple Allah’ın elçileri, durumdan onu haberdar edip ümmeti hakkında herhangi bir korkuya kapılmamasını sağlamak için öncelikle onu ziyaret ettiler.
b) Melekler, Lut kavmini helak etmek için geldiklerini haber verdikten sonra İbrahim’e inananların bu felaketten kurtulacağını söyleyerek onu rahatlattılar. Kitab-ı Mukaddes’e göre çocuk müjdesi verildiğinde Hz. İbrahim 100 yaşında, eşi Sare ise doksan yaşında bulunuyordu. (Tekvin, 17/17)
Hicr suresinin 54. ayetinde Hz. İbrahim’in de yaşlılığı sebebiyle olayı yadırgadığı bildirilmektedir.
c) Allah’ın dostluğunu kazanan Hz. İbrahim Halilullah ve hanımı,  azap meleklerinin kendisi ve ümmetiyle ilgisi olmadığını, Hz. Lut’a iman eden müminlerin de o felakette helak olmayacaklarını haberiyle rahatlamışken, bir de bir sürpriz olarak bu yaşlı hallerinde çocuklarının olacağı müjdesi de verilmiştir.
İnsanları helak ederken Allah’ın kahrı eşsiz olduğu gibi, insanlara ikram ederken de lütfunun benzeri olmadığını belirtmek için bu iki olaya aynı anda söz konusu edilmiştir.
d) Hz. İbrahim ve hanımını bu müjde ile Allah’ın sonsuz kudretinin, ilim ve hikmetinin bir misaline de dikkat çekilmiştir.
Zahiri sebeplere göre çocuklarının olması imkansız görünen bu iki yaşlıdan çocuk yaratmak, ilahi iradenin tabiat kanunlarıyla sınırlanmayacağına da işaret edilmiştir. Bu gerçekleşmesi imkansız görünen müjdeyi duyar duymaz:
“Hanımı heyecanla bağırarak alnına vurdu; "Benim gibi yaşlı ve kısır bir kadın ha!" dedi.” (Zariyat, 51/29)
Melekler ise, bu müjdeye şaşıran peygamber hanımını, bir müminin Allah’ın işine şaşmaması gerektiğini söyleyerek teskin ettiler. Zira tabiat kanunlarını koyan Allah’tır; bu kanunlar kainatta geçerli olmakla beraber Allah’ın iradesini sınırlayamaz. O, istisnaî tasarruflarla mucizeler yaratır ve peygamberlerini destekler.
Onun yolunda ateşe girmeyi kabul etmiş ve girmiş bir peygamberini o ateşten kurtaran Allah, şimdi de yaşlılık ateşinin kuruttuğu bu iki eşten bahar çiçeği gibi bir yavruyu söz vermiştir.
Bu gibi azametli ve harika mucizevi icraatını kullarına ilan etmek için Hz. İbrahim ve eşini bir model yapmıştır.
İlave bilgi için tıklayınız:
KAYNAK: sorularlaislamiyet.com/kuran-anlasilmasin-diye-butun-konular-parcalanmis-mi

Bir Ateistin İddialarına Cevap Verir misiniz?

Soru 1:
Adil bir imtihan yok. Fakir bir ailede dünyaya gelen bir insan gerek büyüdüğü ortamdan gerekse fakirlikten dolayı işlediği suçları işlemeyecekti. Zengin bir ailede dünyaya gelen kimse de parasızlıktan dolayı uyuşturucu, zina gibi yanlışları yapmayacaktı. Bu sebeplerden dolayı Allah’ın insanların hangi durumda ne yaptığını görebilmesi için hepsini eşit şekilde yaratmalıydı. Hatta tamamen adil bir imtihan olabilmesi için insanların aynı anda ve aynı zenginlikte yaratılmaları ve aynı anda ölmeleri gerekirdi.
Cevap:
Fakirlik ve zenginlik ile hukuk ve adaletarasında bağ kurmak en basit hukuk ilkeleri ile çelişir. Zira hukuk kişinin sahip olduğu özgürlükleri başkasına zarar vermeyecek şekilde kullanmasına yönelik rasyonel düzenlemeleri içerir.
İlahi hukuka ait emir ve yasaklar ise ancak imana ait teklifin kabul edilmesinden sonra yürürlüğe girer.
Mümin bir kişinin yüklenmiş olduğu ilahi emirler fakir ve zengin herkes tarafından yapılabilecek kolaylıkta olduğu gibi, fakirlerin maddi imkansızlıkları nedeni ile muaf tutuldukları Zekat ve Hac gibi yükümlülükler zenginlere fakirlerin lehinde sonuçları olan görevleri yüklemektedir.
İlahi imtihan, hayat dediğimiz kompleks yapı içerisinde gerçekleşmektedir. Bu imtihanı aynı çizgiden başlayan bir koşu yarışı sanmak hayatın ve insanın gerçekliğinden bîhaber bir anlayışın ürünüdür.
İnsan hayatına ve tarihine dikkat edilirse nice zenginlerin fakir ve nice fakirlerin de zengin oldukları görülecektir.
İnsanlar Cenab-ı Halık Teala tarafından farklı nitelikler ve hususiyetlerle yaratılmışlardır. İmtihan herkesin sahip olduğu koşullarda kendisi içindir, dolayısıyla eğer akıl sahibi ise iman teklifinden sonra ancak kendi sahip olduğu şartlardan sorumlu tutulacaktır.
Aynı anda yaratılma ve aynı anda ölme fantezisi ise, bu düşünce sahibinin adalet ilkesini bir tür at yarışı ya da robotlar müsabakası olarak algıladığını göstermektedir. Bu taktirde madenler, bitkiler, hayvanlar ve türleri, gök cisimleri, atom altı parçacıklar, farklı fiziksel kuvvetlerin dağılımını da bir eşitsizlik kabul etmek gibi absürtlükler düşünülebilir.
Farklı vakitlerde muhtelif hususiyetlere sahip olarak dünyaya gelmek, her bir insanın bireysel tekilliğine verilen önemi ve bu nedenle her bireyin kendi imtihanı ile baş başa olduğunu gösterir.
Dolayısıyla herkesi ve her tür durumu kaplayacak bir adalet tecellisi mutlaka gereklidir. Bu ise ancak âdil-i mutlak olan Mevla’nın kesin vaadidir.
Soru 2:
Bu dünyanın çok kompleks bir yapıya sahip olması bir yaratıcının varlığını bilimsel olarak ispatlamaz. Çölde giden bir insanın diğerine yolun bir türlü bitmemesinden dolayı dünyanın sonsuz olduğunu söylemesi bilimsel bir ispat olmadığı gibi David Copperfield’ın sahnede nasıl uçtuğunun bilinmemesinden dolayı özel güçlerinin olduğunun söylenmesi bilimsel bir ispat olmadığı gibi kompleks bir yapıya sahip olan evrenin nasıl oluştuğunu bilmememiz de bir yaratıcının bilimsel ispatı değildir. 
Cevap:
Her sıfatı ve her esması ile mutlak ve kayıtsız olan cenab-ı Müteal’in insanın bilgi yolları içinde deney ve gözleme dayalı olan ve mahiyetinde yanlışlanabilir olan bilimin konusu veya nesnesi olabileceğini zannetmek, hem bilimin antropik sınırlarınıhem de ulûhiyet hakikatini hiç anlamamış olmayı gerektirir.
Tıpkı bir ağacın meyvesi gibi tüm kozmolojik süreçlerin sonucunda ortaya çıkan insan zekâsının, iradesinin, gücünün ve bireysel benliğinin varlığı açık bir biçimde tesadüfe havalesi imkânsızdır. Zira bilinç tesadüflerle değil de kural ve amaçlarla çalışmaktadır.
Kompleks kavramı bizim küçük ölçeklerimize sığmayan büyüklükler ve birleşik çeşitlilikler için kullandığımız bir kelimedir. Komplekstesadüf değil üst düzen anlamına gelir. Mevla’nın varlığı hiç bir zaman sınırlı bilimin nesnesi olmaz.
Ayrıca sonsuzun da bilimsel bir ispatı yoktur. Bilimin kullandığı ispatlar genellikle anolojiktir. Bunun dışındakilerde tümden gelim ve tüme varım şeklinde gerçekleşir.
Her durumda bilimsel ispat asla yüzde yüz olmaz.
Tüm bunlarla birlikte bilim evrenin nasıl inşa edildiğine dair bilgi verdiğinde bu nesnel ve mutlak bir bilgi olmayıp ilahi sanat ve iş görme hakkında ilham verici bir konuma sahiptir.
Bilimin olması doğuştan yaratılışımıza yerleştirilen apriori aksiyom ve postulalar sayesinde mümkün olmuştur.
O halde bilim ile Mevla’nın varlığı yanlışlanamaz.
Soru 3:
Tam anlamıyla kusursuz olan bir varlık (ALLAH) hiçbir şey yapmaz. Çünkü kusursuzdur. Hele ki kendisine tapılması için küçük ve değersiz varlıklar yaratması, tapmamayı seçebilmesi için irade vermesi, kendini göstermemesi ve bunun sonucunda varlığına inanmayanları cezalandırması O’nun kusursuz olduğunu değil O’nu hayal edenler kadar kusurlu olduğunu gösterir.
Cevap:
Kusursuz bir varlığın hiçbir şey yapamaz olduğunu iddia etmek, asla bizim tarafımızdan tecrübe edilemeyecek boş bir iddiadır.
Mükemmellik ile fiil arasında bağlantı kurulabilmesi için, mükemmelin ne olduğunun tanıtılmasını gerektirir. Bir şey yapamaz oluş ile mükemmellik arasında bağ kurabilmek, mükemmelliği bir tür boşluk ya da pasiflik olarak kabul etmeyi gerektirdiğinden çelişiktir.
Oysa basitçe düşünülse bile mükemmellik ne tam boşluk ne de tam doluluktur. Mükemmellik bu iki duruma da varlığını veren bir ufuktur. Mükemmel olanın eylemi de kendisine uygun olarak mükemmel olacaktır.
Dolayısıyla iradesi ile var ettiği ve yine iradesi ile var etmediği sonsuz sayıdaki oluşun aynı anda gerçekleşmesi, fiil sahibinin kendisine özgü mutlak kemalini gösterir.
Cenab-ı Hak Faili mutlaktır. Tüm var olanlar ve olmayanlar ancak onun dilemesiyle gerçekleşir. Bir şeyin varlık ve yokluğu onun kudreti karşısında bir terazinin eşitliği gibi tam bir müvazenededir. Sadece dilemesi yeterlidir.  
Öte yandan insanın ya da evrenin varlığı için küçük ve değersiz nitelemesinde bulunmak, kişinin kendine verdiği değer ile alakalıdır. Onun varlığına inanmayanlar inandıkları yokluk ile beraberdirler. Bu bir cezadan öte tam bir adalettir.
Soru 4:
Vahşi doğa da berbat bir yaşam mücadelesi vardır. Allah kusursuz bir varlık ise neden bu kadar acının olduğu bir doğa yerine acının olmadığı bir doğa yaratmamıştır?
Cevap:
Kâinata kötülüğü kabul etmiş ve benimsemiş bir nazar ile bakmak yerine iyilik adına bakılırsa tüm türleri kapsayan mükemmel bir yardımlaşma, dayanışma, kucaklaşma, birliktelik açıkça görülür.
Acının hiç olmaması zevkin de olmaması anlamına geleceğinden merhametsizlik asıl o zaman olurdu.
Bunun yerine kontrollü, görece ve az bir miktarda bulunması bizim için gereklidir.
Soru 5:
Eğer bu hayatın amacı gerçekten imtihansa hiçbir çocuğun ölmemesi gerekir. Çünkü imtihana gelen birinin direkt cennete gitmesi sınav kağıdı bittiğinden dolayı sınav kağıdı alamayan kişiye direkt 100 verilmesi kadar adaletsizcedir.
Cevap:
Adalet-i ilahiye kadar onun eşsiz merhametide vardır. Adil, rahim, rezzak, halık, musavvir, bari, kadir gibi tüm ilahi isimler tam bir harmoni içinde tecelli ederler.
İlahi imtihanı anlayabilmek için ilahi isimlerin ve gereklerinin bilinmesi gerekir.
İlahi imtihanın bilginin sınanması ve puan alınmasına benzetilmesi sığdır. Zira bilgilerimiz hayatımızın bir parçası değildir.
Dünya imtihanı özgür irademize dayalı olarak yaptığımız tüm eylemlerin sorumluluğunu taşımamız anlamına gelir. Hayatın amacı yalnızca imtihan da değildir. İlahi marifete ulaşmak, yaratıcımızı esmaları ile bilerek kendimizi gerçekleştirmek gibi daha yüksek amaçları da vardır.
İmtihan sadece bu yüksek amaçları istemeyenleri eler.
Soru 6:
Mükemmel bir yaratıcı yarattığı insanları da mükemmel yaratmalıdır. İnsan ise mükemmel değildir. Hiçbir dış etken ile olmayan ve tamamen genetik bozukluk ile gelen öldürücü ya da sakat bırakıcı hastalıklar mükemmel olmadığımızın delilidir.
Cevap:
Mükemmel olma kavramını yaratılmış olan ile yaratılana aynı anda uygulamak çelişiktir.Yaratılan her şey bir üstteki varlık kategorisine göre noksandır.
Mükemmellik algısına böyle dereceli olarak sahip oluşumuz tüm derecelerden bağımsız bir kemali mutlakı gerektirir.
Kamil-i Mutlak olan Allahu Teala ise tüm görece mükemmelliklerin kaynağıdır.
İnsan bedeni hayata gelmek açısından olduğu kadar ölümlü olmak hususunda da mükemmeldir. Bu mükemmel fizyoloji hayata gelmek için kâinat kadar bir arka plan mükemmelliğini gerektirdiği gibi, hayattan gitmesi de hiç masraf gerektirmeyen küçük bir etmenle tasfiye edilebilmektedir.
Sakat bir insanın sağlam dediğimiz insanlarda olmayan pek çok mükemmel sezi ve duyguları vardır.
Genetik bozukluk geçicidir ve mahşerdeki İlahi sistem içerisinde kulun iman ve istemesiyle ilahi rahmet tarafından düzeltilecektir.
Ancak iman yoksunluğu tamamen insanın kendinden kaynaklanan gerçek bozukluktur.
Soru 7:
Firavunun denizde boğularak ölmesi olayı (haşa) uydurmadır. Hz. Musa (as)’ın peşine düşen ve takip sırasında ölen bir firavun olayı hiçbir tarihi kayıtta yoktur. Yaklaşık iki milyon kişinin Mısır’dan kaçmasının, Firavunun ordusuyla bu kişilerin peşine düşmesinin ve geri dönmemesinin Mısır kayıtlarında geçmemesi imkansızdır. Yarılan denizin içinde bulunan asker ve at arabalarıyla ilgili de hiçbir kalıntı bulunamamıştır.
Cevap:
Yarın tarihi ve arkeolojik çalışmalar bu olayla ilgili kayıtlar bulursa bu düşünce sahipleri iman mı edecektir?
Kaldı ki 3000 yıllık Mısır Firavun öyküsünün büyük kısmı bilimsel olarak tartışmaya açıktır.
Hadise en eski Tevrat ve İncil metinlerinde geçtiğine göre bu metinleri tarihi vesika niteliği taşımıyor kabul etmek en azından karbon testine aykırıdır. 
Soru 8:
Her mitolojide o mitolojinin ait olduğu yerin iklim özellikleri vardır. O alanın dışındaki iklim özellikleri o alandaki mitolojide bulunmaz. Bunun sebebi mitolojiyi uyduranların bulundukları yer dışındaki yerlerin iklim özelliklerini bilmiyor olmasıdır. İslam da (haşa) bu mitolojiler gibidir.
Cevap:
Mitolojiler sanıldığı gibi bir esatirler ve düzmeceler yığını değildir. Başlı başına bir bilimdir.
Mitoloji bilimi, tarih, arkeoloji, antropoloji gibi beşeri bilimlerle de yakından ilgilidir.
Mitolojiler evren tasavvurları, sosyal düzenler, bireysel ve toplumsal varoluş gibi felsefi yönlerle birlikte hayatın ve varlığın gözlemlerinden yükselen güçlü bir sembolizme sahiptir.
Mitolojileri iklimle ilişkilendirmek onun yalnızca bir parçası için açıklayıcı olabilir.
Mitolojiler tarih dışı döneme aittirler.
Kuran-ı Kerim’in M.S 7. Yüzyılda nüzulü mitolojik dönemden çok sonradır.
Kaldı ki Kuran-ı Kerim’de dört mevsim de mevcuttur. Araştırılacak olursa kolaylıkla farklı mevsimlerle ilgili kayıtlar görülecektir.
Bir metni bahsettiği iklim üzerinden yadsımaya ya da değersizleştirmeye kalkmak tartışmaya bile değmez bir düşüncesizliktir. 
Soru 9:
Hz. Adem (as)’dan Hz. İsa (as)’a kadar olan peygamberlerin aileleri ve çocukları bellidir. Bu Peygamberlerin yaşları birbirlerine eklendiğinde ancak 6-7 bin yıl öncesine kadar gidilebilir. İnsanlık ise 250.000 yıldır hayattadır. 12 bin sene önceye ait tarımla uğraşan insan kalıntıları hatta daha ilkel insanlara ait 1.2 milyon yıllık taştan aletler bulunmuştur.
Cevap:
İnsan türünün ne kadar zamandır var olduğu ile ilgili yüz binlerce ya da milyon senelere varan bilimsel spekülasyonlar vardır.  
Kuran-ı Kerim’de kâinatın ömrünün ilahi ölçekte altı gün yani altı aşama olduğu bildirilmektedir.
Ancak zamanın göreceliği doğrultusunda bizim 24 saatlik ölçümümüzle bu çok daha büyük bir nicelik yapmaktadır.
Dolayısıyla 6-7 bin kayıtları nicelikle beraber periyotlar olarak niteliksel açıdananlaşılabilir.
Soru 10:
Allah (cc) daha önceki asırlarda gönderdiği Peygamberlerine itaat etmeyen insanları yok etmişken Hz. Muhammed (asm)’e gönderdiği itaat etmeyen Mekkelileri neden yok etmemiştir?
Cevap:
Hz. Peygamberin (asm) getirdiği din hızla yayılmaya devam ederken, Mekke müşriklerinin şahsiyetlerini, mefkûrelerini sosyal düzenlerini ifade eden kaba şirkleri, putları ve eserleri onun zamanında yok olmuştur. Onların çoğu ve evlatları Müslüman olmuşlardır.
Top yekün bir ret olma gerçekleşmediği gibi daha önceki helak edilen kavimlerden kurtarılanlar mutlaka olmuştur.
Soru 11:
Kuran’da Müslümanlara savaşın imanlarını sınamak için bir imtihan olduğu, meleklerle kendilerine yardım edileceği ve asla yenilmeyecekleri söylenmiş ve daha sonra Uhud Savaşı’nda yenildiklerinde bunun da imanlarını sınamak için bir imtihan olduğu söylenmiştir. Seneler sonra Moğollar Müslümanları mahvettiğinde ve ortada hiçbir melek görünmediğinde ve Moğolların başına hiçbir şey gelmediğinde gene bunların imtihan olduğu söylense ne derdiniz?
Cevap:
Öncelikle savaş imtihanı savaşmak yerine kaçmak ve işgalciyi kabullenmekle alakalıdır.
Sahabeler ilahi yardımın ancak Allahın uğrunda savaşanlara geleceğini bildikleri için top yekün bir hamle gerçekleştirmiş ve başarılı olmuşlardır.
Hiç şüphesiz karşılarında şirk ve inkar gibi bir zulüm için canlarını vermeye gelmiş olanları görünce bu akılla bağdaşmayan korkunç düşmanlığın yüzlerinde iblisleri de, kendilerine yardım eden yardımcı melekleri de görmüşlerdir.
Siyere ait savaşlar birbirlerini takip eden bir bütünlüğe sahiptir. Savaş yaklaşık on yıl sürmüş ve sonunda müminler kazanmıştır. 
Moğollar döneminde İslam dünyası birlik ve cihad ruhuyla hareket etseydi ve buna rağmen kaybetseydi bize yardım edilmedi diyebilirlerdi.
Kaldı ki Müslümanlar Müslüman kalmak şartıyla ebedi hayat itibariyle her halukarda kazanandır.
Moğollara gelince bu kadar güçlü sanılan Moğolların bir asır gibi kısa sürede kaybolup gitmeleri ve İslam’ın yeniden Osmanlı ihtişamıyla geri dönmesi kimin kazandığını ve meleklerin kime yardım ettiğini ehli imana yine gösterir.
Soru 12:
Hz. Musa (as)’ın firavuna Peygamber olduğunu ispatlaması için bastonunu yılana dönüştürmesine ne gerek vardı? Herkesin sihirbaz olduğu bir toplumda Hz. Musa (as)’ın Peygamberliğinin ispatlanması için direkt Allah (cc)’ın kendisini göstermesi daha etkili olmaz mıydı? İmtihan amacıyla göstermediyse o zaman bastonun yılana dönüşmesine neden izin verdi?
Cevap:
Asa mucizesi, sihirle mucize arasındaki farkın Firavunun sihirbazları tarafından bilinmesine yönelik bir mucizedir. 
Firavunun halkına kendini tanrılardan biri olarak kabul ettirmesinde dönemin sihir harikaları kullanılmaktaydı.
Hz. Musa (a.s) ise basit ve kuru bir dalı, yakın, canlı ve hareketli bir yılana ilahi emirle dönüştürerek, nesneler arasında gerçekten bir dönüşümün ancak ilahi kudretle olabileceğini göstermiştir.
Asa’nın yılan yerine daha uzak bir varlığa dönüştürülmesi ise insan aklının tamamen sınırları dışında kalacağından akıl yürütmeyi devre dışı edecektir.
Nitekim Firavun asa ile yılanı yakın bularaksen de sihirbazsın derken, sihirbazlar ise bunun alet ve edevatsız gerçek bir dönüşüm olduğunu meslekleri gereği araştırarak anlamışlar ve iman etmişlerdir.
Firavunun akli seviyesinde olanlar mucize ile sihiri fark edemezken, her daim çevremizde olan ilahi tecelliyi nasıl görüp anlayacaklar?
Soru 13:
Ayetler okunduğunda bu ayetlere inanmayan çok kişi olduğu için bu durum ‘’Biz şüpheye düşenlerin gözlerine perde çektik. Kulaklarına ağırlık koyduk. İsteseydik iman ettirirdik.’’ şeklinde açıklanır. (6:25) (17:45,46) (2:6,7) (10:74) (16:107,108) (40:34,35) (45;23) Allah(cc) gönderdiği dinin şüphe edilip araştırılmasını neden istememiştir?
Cevap:
Bu ayetin anlamı çok açıktır.
İlahi mevcudiyetin aklen, vicdanen ve insaniyeten olması gerektiği ve Hz. Peygamber’in (asm) doğruyu söyleyen bir elçi olduğu açıkça ortada olduğu halde, doğru akıl yürütme ile değil inat ve ısrarla inkârı seçenlerin bu eylemi ancak ilahi yaratmayla gerçekleşebilir.
Tıpkı gökteki güneşin gündüz ortasında varlığını inkâr edenin gözünü kapayarak ben görmüyorum, o halde ‘yoktur’ iddiasının gerçekleşmesi için gözünü kapatabilmesinin tek yol olması gibi, adili mutlak bu kasıtlı inkârın karanlığını ısrarla isteyene yaratır.
Ne zamanki göz açılır ve ilahi nura bakılır o zaman rahmeti ilahi karanlığı kaldırır.
Soru 14:
Dünyadaki tüm topluluklara Allah (cc)’ı müjdeleyen peygamberler geldiyse mesela Japonlar’a gelen Peygamber’in ya da Avusturalya Aborjinler’ine gelen Peygamber’in adı nedir?
Cevap:
Bizim özelde sorumlu olduğumuz ve bilmemiz, iman etmemiz gereken bize gönderilen peygamberlerdir. Bunlar da Kuran-ı Kerimde isimleri ile anılmaktadır.
Diğer peygamberlere de genel olarak iman ederiz.
Japon, Aborjin ya da hangi milletten olursa olsun şimdi son peygamber Hz. Peygamber’in davetinden sorumludurlar.
Soru 15:
Neden tecavüzü ve pedofiliyi yasaklayan bir ayet bile yoktur? Neden birçok genetik hastalığa neden olan akraba evliliğini yasaklayan bir ayet bile yoktur?
Cevap:
Bu suçlar zina ve livatanın kapsamındadır.
Zinanın ve livatanın her çeşidi tam olarak lanetlenmiş ve yasaklanmıştır.
Bu iğrenç davranışların bataklığı zina ve livata filleridir.
Akraba evliliklerinin hepsi sorunlu değildir. Doğrudan akraba evliliğini yasaklamak tarihi ve kültürel süreçler açısından söz konusu olamaz.
Ancak akraba evlilikleri içinde biyolojik ve ahlaki açıdan sorunlu ve yasak olanlar sıralanarak bu hususta dış evlilikler özendirilmiştir.
Soru 16:
Neden dualar sadece bazen işe yarar? Neden bir tanıdığının bir tanıdığına edildiğinde Allah(cc)’ın bir mucizesi olarak iyileştirirken sen ettiğinde işe yaramaz? Neden dualar kolu olmayan birinin kolunu çıkartmaz?
Cevap:
Dualar her halükarda kabul edilir.
Ancak istenilenin gerçekleşmesi sadece dünyada olmaz.
Dualarımızın cevaplandırılması başka biçimlerde de gerçekleşebilir.
Duada esas olan Cenab-ı Bari’ye tam bir kalp safiyeti ile yönelmektir.
Dualar ubudiyetin vakitleridir.
Yağmur duası yağmursuzluk vaktinin ibadetidir. Yoksa yağmur yağdırma ritüeli değildir.  
Soru 17:
Bilimsel ve tarihi bilgiler barındırdığı iddia edilen ayetlere bakıldığında neden ayetlerin indiği dönemdeki insanların bilemeyeceği bir şey yazmadığını görürüz?
Cevap:
Kuran-ı Kerim kıyamete kadar gelecek her insan topluluğuna seslenen külli bir metindir.
Anne karnında ceninin başından geçen evreler o gün bilinmiyordu, ancak Kuran bunları bugün bildiğimiz biçimde bildirmiştir. 
Ya da güneşin gezegenlerin merkezinde oluşu ve dönüşü de o zaman bilinmiyordu.
Yine incir ve zeytinin kendisine kasem edilen faydaları ancak günümüzde o da kısmen anlaşılabilmiştir.
Bu ve benzeri örnekleri sıralamak gayet kolaydır.
Bunun gibi bugün insanın bilemeyeceği başka asırların hisseleri de söz konusudur.
Soru 18:
Diğer dinlerde de bilimsel bilgi olduğu iddiaları vardır. Mesela taoizm de her şeyin başlangıç noktası taodur ve taodan ying ve yang adlı iki zıt madde çıkmıştır. Burada tao ya big bang,ying ve yang a ise big bang den meydana gelen madde ve anti madde diyebiliriz. Mesela sihizme göre zaman sürekli başa dönen bir döngüdür. Evrenin sonu teorilerinden birine göre evren kendi çekim gücüne yenik düşerek bir noktadan sonra içine geri çökecektir ve bu çöküşün yoğunluğundan bir big bang ve bir evren daha oluşacaktır.
Cevap:
Taoizim’de ying-yang ve chi modellemesi kozmik sürecin başlangıcına spekülatif bir yorum olarak uygulanabilir.
Ancak eğer zıtlıkların bir aradalığından kaynaklanan bir gerilimden bahsediyorsak, bu zıtlıkları bir araya getiren ne ying ne de yang olmayan bir zatı kabul ediyoruz demektir.
Zira zıtların bir araya getirilmesi ancak ilahi kudretle mümkündür.
Taocu bir bakışla Kuran-ı Kerimi okursak bu alemde her kolaylıkla beraber bir zorluğun, her yükselişle beraber bir alçalışın, her var oluşla beraber bir faniliğin, her celal ile beraber bir cemalin bulunduğunu görürüz.
Bu evrenin çökerek başka evrenlerin oluşmasını kıyamet ve haşrin sabahının haberi olarak anlamamıza engel bir durum söz konusu değildir.
Soru 19:
Bunları bir kenara bırakıp Kuran da gerçekten de bilimsel bilgiler olduğunu kabul edelim. O halde neden ayetlere bakılarak henüz bulunmamış bilimsel bilgiler ortaya çıkarılmamaktadır? Bulunduktan sonra Kuran da zaten yazdığını söyleyenler bu bilimsel bilgileri bilim adamları bulmadan önce neden bulamazlar?
Cevap:
Müslümanların Kuran-ı Kerim’den kaynaklanan pek çok bilimsel çalışmanınolduğu biraz araştırılınca görülecektir.
Rahmetli Prof. Dr. Fuat Sezginin İslam’da Bilim ve Teknik adlı 20 ciltlik eseri bu hacmiyle bile bir özet mahiyetindedir.
Günümüz bilimi bugün artık herkesin malıdır.Ancak bu seviye ulaşması Müslümanlar sayesinde olmuştur.
Kaldı ki Müslüman olmayan bilim adamlarının buluşlarından hiçbirisi Kuran-ı Kerimi yanlışlayamadığı gibi pek çok bilim insanının İslam’la tanışmasına neden olmaktadır.
Soru 20:
Kuran’ın apaçık olduğu kendisinde bildirilmesine rağmen bu kadar tartışmalı ayetin olması (haşa) çelişki değil midir? Türkçe’nin yetersizliğinden dolayı ise çeviriler neden başka dillere de aynı şekilde yansıyor?
Cevap:
Kuran-ı Kerim gibi cami (kapsamlı-zaman ötesi) ilahi metnin çeşitlilikte anlaşılması onun anlam gücünü ve her sınıf insana hitap eden kapsamını gösterir.
Çelişki, metni anlayanların öznel konumlarına aittir.
Metnin sahibi Mütekellimi ezeli olduğundan metnin sahibine göre anlaşılması süreli ve bitecek bir süreç değildir.
Bu konuda Kehf suresinin son ayeti açıklayıcıdır:
“Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın."
KAYNAK: sorularlaislamiyet.com/bir-ateistin-iddialarina-cevap-verir-misiniz